İki Şehir




“Ben değil miydim her fırsatta şehri terk edip ıssız bir yerlere yerleşmenin hayalini kuran? İnsanlardan, kalabalıktan, gürültüden, koşturmacadan uzak? Peki nasıl oluyor da böylesi bir fotoğraf beni bu kadar etkiliyor ve içimi “oraya” gitme arzusuyla dolduruyor?

Sanırım biraz uzun sürdü ama nihayet ben de gerçek bir “şehirli”ye dönüştüm. Egzoz kokusuna, kalabalığın içinde itişe kakışa yürümeye, korna seslerine alışık, insanların “kendilerine” olmasa da görüntülerine bakıp onlarla ilgili hikayeler uydurmayı seven, onları anladığını sanan, ama aslında hiç kimseyi tanımayan, yine de kendini bir şey sanıp herkese kendince şekiller biçen...

Beni alt ettin sanırım şehir. Yıllardır seni sevmemek için direnmemi izledin durdun sessiz ve sinsice, çünkü biliyordun yenileceğimi... ve her seferinde sana geri döneceğimi...



Kafamın içinde kurgulamaya çalıştıklarımın etkisi altında mı kalıyorum acaba?



Yoksa gerçekten büyülü müsün? Büyülü ve görünmez ve tehlikeli ve cazip ve karanlık...”



Geçen yılın Ekim ayı ortalarında böyle not düşmüşüm bilgisayarıma. Tepesine de New York’u gece gösteren bir resim koymuşum. O sıralar yazmaya başladığım ve roman olmasını planladığım bir "şeyde" yer alacak karanlık şehir imgesinin gözümün önüne gelen haliydi henüz hiç görmediğim New York şehri. Nedendir bilinmez. Çok büyük bir heyecanla başladığım ve aslında tüm olayların nasıl gelişeceğini kafamda yazdığım romanımsı rafa kalktı bir süredir. Kendimle uğraşmaktan ona vakit ayırmaz oldum. O çıktıysa bile bir süreliğine aklımdan, New York çıkmadı. Babamın yıllar önce orada okurken yaşadıklarını anlatması gelir oldu aklıma ara ara. “Ölmeden bir kez daha görmek isterdim orayı; ne çok değişmiştir kimbilir,” demesi miydi en büyük etken acaba? Yoksa bu arzuyu içinde tutup bir daha hiç gitmeyeceğini bilmek mi? Yoksa gerçekten büyülü mü New York ve onu hiç görmeyen beni gizemli şekillerde kendisine mi çekiyor?



Dün gece, bu aralar başıma musallat olan uyuyamama hastalığı geldi dikildi yine tepeme. Ve ben elimdekileri bitirmeye bu sefer çok kararlı olmama rağmen kalkıp yeni bir kitap aldım raftan. Fuardan döndüğümden beri gözümü diktiğim oydu aslında; sadece erteliyordum. Buket Uzuner’in New York Seyir Defteri. Ve daha ilk birkaç sayfada doğru seçim olduğunu anladım çünkü henüz bitirdiğim Mario Levi kitabı Bir Şehre Gidememek’te yer alan bir şiir alıntısıyla başlıyordu. Dahası, hemen sonraki sayfada az önce bahsettiğim kitaba doğrudan gönderme vardı. Uyuyamamayı daha anlamlı kılmak üzere başladım okumaya. Son derece kişisel, bana çok da bir şey ifade etmemesi gereken bir anılar birikintisi aslında kitap. Ama bırakamadım elimden. Yarısı uçtu gitti, yarısı bu geceyi bekliyor; bu yazıyı bitirmemi.



Tanımadığım yeni aşkım New York, evet. Böyle takıntılı olduğum bir de Machu Picchu vardır, bilen bilir. Bakalım ne zamana randevulaşabileceğim bu iki gizli ve taban tabana zıt sevgiliyle, birilerinin canını yakmadan, kaçar gibi değil, ama yine de koşar adımlarla?



Ve New York sokaklarının içine tam girmişken, akşam yedi sularında bir de baktım eski Londra sokaklarındayım! Suratsız Ebenezer Scrooge’un koca ahşap masalı, cimriliği yüzünden buz gibi olan yazıhanesinde. Lapa lapa yağan karın, buz tutmuş sokaklarda kahkahalar atarak kayan çocukların, bembeyaz çatılarda kartopu oynayan koca koca adamların ve çok güzel eski binaların tam ortasında.






Muhteşemdi. Gerçekten muhteşem.



Şehirli olmuşum ben cidden. Gecikmeyle de olsa, yaklaşık 33 yıldan sonra olmuşum nihayet. Özüm olanı kabullenmişim demeliyim belki de.



Şimdi Londra sokaklarını, onları yüzlerinde benden daha büyük gülümsemelerle tepebilen o çocuklara bırakıp, New York’a dönüyorum. Suratım asık olarak da olsa, kalp çarpıntısıyla, beynimin içinde kıvrım kıvrım olan dumanlar eşliğinde.

Yazarın Odası

Bir önceki yazımda halen okumakta olduğum kitapları sayarken, Ekim sonu başladığım ve hala başucumda bitmeyi bekleyen bir kitabı atlamışım: Yazarın Odası. Ünlü yazarlarla yıllar önce yapılan Paris Review söyleşileri toplaması diyebiliriz. Hem yazar, hem söyleşi girince işin içine, benim için epey çekici bir konusu olan bu kitabın kapağı da son derece cezbedici. Kırmızı arka plan üzerine eski sarı kâğıt efekti. Aldığım gün başlayıp günlük dolmuş-otobüs yolculuklarımda yanımdan ayırmadığım bu kitap neden hala bitmemiş peki? Çünkü dolmuşta-otobüste zırt pırt çantaya sokup çıkarmaktan harap oluyordu zavallı ve ben de son birkaç röportajı uyumaya hazırlandığım sıralarda okuyayım diye başucuma koydum. Koyuş o koyuş. Araya tam üç kitap aldım ve bu zavallı da her gece bana baktı durdu elime alayım diye. Bugün insafa gelip başladım yine kaldığım yerden: William Faulkner.

Aslına bakarsanız, içeriği ne kadar hoşuma gider gitsin, yazarların kendileriyle ve başkalarıyla ilgili hastalıklı/gerçekçi/saçma/hayali/ çocukça/ abartılı/ mütevazı fikirlerini okumak ne kadar keyifli olursa olsun, kapağında “Orhan Pamuk’un Önsözüyle” yazan ve sonuçta edebiyat üzerine olan böyle bir kitabın içinde bir sürü (ama gerçekten bir sürü!) yazım hatası bulmak delirtti beni. Bir süre sonra kendimi elimde kalem, yapılan yanlışları düzeltir ve yanlarına öfke dolu notlar düşer halde buldum. Olmaz ki ama, böyle bir kitapta da yazar adları dahil bir sürü şey yanlış yazılmaz ki! Hiç mi kontrol etmiyorlar baskıya vermeden önce anlamıyorum ki…

Neyse… Kitabın iyi ve kötü yanlarını bir yana bırakıp sadece isme odaklanalım şimdi. “Yazarın Odası.” Hep ilgimi çekmiştir yazarların çalışma ortamları. Yanlış hatırlamıyorsam Neolitik Hanım bir ara bununla ilgili bir yazı yazmıştı.

Jane Austen'ın yazı masası (şaka gibi, ne bel kalır, ne sırt, ne boyun böyle bir masada yahu...)

Yazar nedir, kime denir peki? Yazar diye anılmak için kıstaslar nelerdir yani? Yayınlanmış en az bir (ya da kaç?) kitaba sahip olmak? Kitap yayınlamasa da süreli yayınlara bir şeyler yazıyor olmak? Yazdıkları hiçbir yerde hiçbir şekilde yayınlanmadığı halde kendini bildi bileli yazıyor olmak? Ya da bir kitabınızın basılmış olması – ister kendi imkanlarınızla ya da bir yayınevi desteğiyle bastırmış olun – kendinize yazar demeniz için yeterli midir? İnsan kendi karar verebilir mi yazar olup olmadığına, yoksa illa konuyla ilgili bir otoritenin onayı mı gerekir? Okuru çok olan iyi yazar mıdır gerçekten, ve yazdıklarını hiçbir yayıncıya beğendiremeyen ya da beğendirme çabasında olmayan birini kim neye göre değerlendirir?

Kabul görmek şart mıdır yani yazar olmak için? Ya da “ne” olduğunuzun, “yazar” olup olmadığınızın bir önemi var mıdır sizin için aslolan yazmaksa ve kim ne derse desin yazmaya devam ediyorsanız kendi odanızda?

Benim kafamda öteden beri bir “yazma odası” hayali vardır. Tam bir şekli şemali yoktur aslında bu odanın beynimde, ama arada oradan buradan gördüklerim etkileyiverir ve nedense öyle bir ortamda daha iyi yazabileceğim hissine kapılırım. Zamanında Sylvia Plath da kapılmış sanırım aynı yanılgıya. Hayatının anlatıldığı “Sylvia”yı izleyenler hatırlar. Ted Hughes’la ilk evlendiği sıralarda bir sayfiye evinde, okyanus manzaralı koca bir camın önüne konmuş bir masada durmaktadır daktilosu. Ama tek satır bile yazamaz ve sonuç sıkıntıdan pişirilen bir sürü kek-kurabiyedir. Daha sonraları taşındıkları evlerde değil okyanus, sokak manzarası bile olmayacaktır. İki küçük çocuğunun bakımı ve ev işlerinden arta kal(may)an zamanlarda şiirlerini yazdığı masa bir duvara dayalı durmaktadır. Sonuç: demek ki yazdığınız masanın konumu değil, sizin içinizdekilerin artık içinizde kalamayacak kıvama gelmiş olmasıdır önemli olan.

Büyüdüğüm evden ilk ayrıldığım sıralar taşındığım ev dağlara bakıyordu. Pek de öyle haşmetli olmayan, tepemsi şekilli sakin dağlara. Ama daha evi ilk gördüğüm anda “yazma odamı” seçmiş, masamı nasıl koyacağıma karar vermiştim bile. Koydum da. Hatta hala pek de fena olmadığını düşündüğüm birkaç öykümü de orada yazdım. Tori Amos dinleyerek. Ama camdan dışarı baktığımı hatırlamıyorum hiç. Dağları seyrettiğimi, onlardan ilham aldığımı… ııh… hiç hatırlamıyorum.

Virginia Woolf'un çalışma masası

İkinci evim otobana bakıyordu. Ve otobanın kenarına dizilmiş binalara. Bir de sitenin yazın yemyeşil, kışın bembeyaz olan bahçesine. Peki bu bana ilham mı verdi? Hayır. Evde geçirdiğim zamanın çoğunda balkona bile çıkmadım doğru dürüst. Hep koltuklardaydım, hep içeride. Kediler de yanımda. Yazma masamı da yalnızca, teslim tarihi aynı olan iki çeviriyi aynı anda alıp çok sıkıştığım bir dönemde kullandım adam gibi. Yazmalarım hep koltukta, yatakta vs oldu.


Ve şimdi oturduğum ev. Küçücük bir sokağa, dip dibe dizili bir sürü apartmana ve sokak lambalarına bakıyor. Çok ışık aldığı söylenemez. Ama çok karanlık da değil öyle. Yazı masam hala aynı. Babamın gençliğinde kullandığı metal bacaklı, sağ üst köşesi yanık tahta masa. Üç ya da dört kez değiştirdim çalışma odasında durduğu yeri. Her seferinde pencerenin önünde kaldı ama yönü değişti. Peki benim yazma alışkanlıklarımla ilgili olarak ne değişti? Hiç. Ben yine gittim okulun kütüphanesine, orman manzaralı masalarda/koltuklarda yazdım. Ya da sınıfta sınav verirken. Bazen de kalabalık bir restoranda yemeğimi beklerken. Havanın güzel olduğu zamanlarda bir ağacın altına attım kendimi, orada yazdım, kulağımda bazen beni çevremden koparıp uzaklara götüren bir müzik, bazense sadece yoldan geçenlerin mırıltıları ve kuş sesleri.

Peki bu gerçek, yani benim düzenli bir odada tek başıma kalıp yazı yazamadığım gerçeği, ahşap masalı, doğa manzaralı, sadece bana ait bir oda düşlememe engel mi? Kesinlikle değil. Masmavi bir göle bakan iki katlı ahşap bir evin çatı katındayım örneğin şu an. (Secret Window'u izlemiş miydiniz?) Ev sessiz. Masam ahşap kirişlerle dörde bölünmüş pencerenin tam karşısında. İçerisi kahve kokuyor. Masam ahşap ve büyük. Bir tarafında yazarken başvurduğum kitaplar duruyor, bir tarafta kalemler, silgiler, boy boy defterler kağıtlar. Bir yanda da bilgisayarım açık tabii. Onsuz olmaz.

Hep aynı şey. Disiplin eksikliği. Ama artık kabullendim kendimi. Her işim planlı-düzenli görünebilir dışarıdan bakanlara, yüzeyden tanıyanlara, ki kafamın içinde öyledir de. Bir şey yapacağım zaman bütün adımlar beni hiç üzmeden sıraya girerler kafamda ve olmaları gerektiği şekilde, tertipli bir şekilde eyleme dökerler kendilerini. Tek bir konu hariç. O da yazmak. En disiplin gerektiren, en düzen isteyen, en azim gerektiren konuda tam bir fiyaskoyum ben. Önceden, “Zamanla olur, düzene girer,” diyordum. Artık öyle bir umudum ya da çabam yok. Belki de herkes düzgün bir masada, planlı saatlerde ve günlerde yazmak zorunda değildir. Belki de bazı insanlar dağınıklıktan, kaostan, kafa karışıklığından, gelgitlerden sadece ruhsal olarak değil, fiziksel olarak da ilham alıyordur.

Belki de bunların hepsi birer züğürt tesellisidir ve ben bu dünyadaki en kötü yazar adayımdır. J

Mızmız...



Her sabah karşılıklı oturuyoruz. Ben sırtım duvara dönük, çiçeklerin olduğu yerde, o benden iki masa ileride kitap raflarının yanında. Elmacık kemikleri hizasında açık kahverengi saçları var. Uçuşmuyor yürürken. Peruk gibi duruyor öyle, ama Fransız filmlerindeki aktrislerinkine benzeyen yüzüne yakışıyor. O da bencileyin her sabah burada. Okuyor, yazıyor, bazen sadece duruyor, bazen de dışarı çıkıp epey bir kayboluyor ortadan. Sonra yine yuvaya dönüyor.



O da sandalye üstünde rahat edemeyenlerden benim gibi. Nereden mi biliyorum? Sandalyede bağdaş kurmuş halde çünkü şu anda. Bu bana has bir davranış sanıyordum, değilmiş.


Şu anda onun hakkında yazdığımı bilse hakkımda ne düşünürdü bilmiyorum. Kimbilir, elinin altındaki makaleye bakar gibi duruyor ama belki o da beni yazıyordur. Yok, yazmıyordur. Benden çok daha disiplinli, azimli ve çalışkan görünüyor. Ya da ben onu öyle yarattım kafamda ve aksini bilmek istemiyorum.



Her Allahın günü sığınağımı paylaştığım, hiç konuşmasam da bir gün yolda karşılaştığımda çekinmeden selam verebileceğim biri oldu sanki.



Kendimi onda olduğuna inandırdığım, hiçbir şey paylaşmadan, safi önyargıyla ona atfettiğim özelliklerin kaçına gerçekten sahip acaba? Gerçekten disiplinli ve çalışkan mı yoksa o da şu an benim yaptığım gibi saçmasapan bir şeyler mi yazıyor aslında? Sosyoloji ya da psikoloji gibi sözel bir şeylerle uğraşıyormuş izlenimi veriyor bana, ama belki de benim ucundan kıyısından geçemeyeceğim konularla ilgili araştırmalar yapıyor. Belki de yabancı? Gerçekten Fransız? Gerçekten aktris!



O da benim gibi sert, mesafeli bakıyor. Ne kendine izin veriyor yaklaşmak için, ne karşısındakine kendine yaklaşılması için.



Soğuk. Belki de ukala ve kendini beğenmiş? Belki de ben de öyleyim.



Ne tuhaf sizi aslında hiç tanımayan insanların hakkınızda fikir sahibi olması.



Hiçbir şey bilmiyoruz. Bildiğimizi sandığımız her şey kafamızın içinde yarattıklarımız. Yakıştırdıklarımız, konduramadıklarımız, olmasını istediklerimiz, korktuklarımız...mızmızmızmız…



Hadi bir başkasıyla ilgili bilmediklerimiz neyse. Ya kendi hakkımızda bilmediklerimiz? Mizmizmizmiz….?

Hayal Maskeli Gerçekler



Eskiden gerçeklerle ilgili öyküler yazardım. Sert, katı, can yakan, insana bir yandan yaşamın ne kadar zor olduğunu - ve bazıları için daha da zor olduğunu - hatırlatırken, bir yandan da sahip olduklarımıza şükretmemizi sağlayacak cinsten kötü gerçekler. Ölümler, tecavüzler, terk edilmeler, annesiz-babasız kalmış çocuklar, yemek bulamadıkları için ölen çocuklar/insanlar, savaşlar …. Yazan, çizen, resmeden, besteleyen, sanata ilişkin bir şeyler üretmeye çalışan insanların yapması gerekenin bu olduğunu, insanların kendi hayatlarının ve kişisel sorunlarının içine gömüldükleri bir anda (aslında pek çok anda), sanatın herhangi bir dalının bu can alıcı uyarılarıyla karşılaşıp silkinmeleri, benmerkezci dünyalarından çıkıp her şeye yeni bir gözle bakmaları gerektiğini düşünürdüm.



Hala da düşünüyorum, çünkü sanat sadece yapıcı değil yıkıcı da olmalıdır ki arada, değişime giden yeni yollar açabilsin. Ama artık bu konularda yazamıyorum. Gazetelerde okuduğum, oradan buradan duyduğum gerçek hayat kesitlerini değil öyküleştirmek, duymak bile istemiyorum artık. Eskiden de çok ağır gelirdi; yazarken çok bunaldığım, bitirmek istemediğim, oturup ağladığım olurdu; ama şimdi, bu tür haberlerin başlıklarını okumaktan öteye gidemiyor/gitmiyor, anlatmaya kalkanları ise parmağımı dudaklarıma götürüp susmalarını rica ederek engelliyorum.



Çünkü artık gerçekten kaldıramıyorum. Bu dünyanın acımasız bir yer, hayatın zor, hele ki bazıları için çok çok zor olduğunu öğreneli epey oldu; ama bir şeyi bilmek ve kabullenmek arasında uzunca bir süre var sanırım. Ve ben fark ettim ki hala pek kabullenemiyorum.



İşte son zamanlarda biraz da istemsiz olarak geliştirdiğim bu inkâr/ret mekanizması beni yeni alanlara itmeye başladı. Kurgularımın daha hayali, seçtiğim mekânların daha gerçek dışı, karakterlerimin biraz daha insandan uzak, renklerin biraz daha açık olduğu yazılar dökülmeye başladı.



Önceleri hoşuma gitti böyle yeni bir hevesle yazıyor olmak. Ama sonra fark ettim ki, kurgu ne kadar hayali, mekan ne kadar uzak ve gerçek dışı, karakterler ne kadar fantastik, renkler ne kadar aydınlık olursa olsun, beyin hala benim beynim, kalp hala benim kalbim, ve gittikleri yer aslında hala aynı. Hala oldukça karanlık bir yanım var ve yazdığım şeyler bir yandan gün ışığıyla aydınlanır gibi görünürken, bir yandan da gecenin karanlığına ve belirsizliğine ihtiyaç duyuyor hala.



Çünkü hep bizi bulmasından korktuğumuz, bucak bucak kaçtığımız kötülük aslında hepimizin içinde. Ve eğer duygu ve düşünce ürünü bir şeyler ortaya koymaya çalışıyorsanız, amacınız gerçekten kendinizi, yaratılışınızı, tabiatınızı ve “hayatın anlamı” gibi – dillere fazlaca malzeme olan ve tam da bu yüzden kulağa artık klişe gibi gelen – dipsiz kuyuları araştırmak ve kendinize yakınlaşmak ise, kötülükten ve gerçeklerden uzak durmak zor oluyor. Ve samimiyetsiz.



Kendinize karşı ne kadar dürüst olabildiğiniz, olabildiğinizde ne ölçüde yaralandığınız, yaralanırken aslında nasıl bir iyileşme yolunda adım attığınız ise ayrı bir yazının konusu olacak kadar derin herhalde.



O zaman yazmaya devam. İncinerek, yaraları yolup kanatarak, arada rüzgârın bu yaraları yalayıp acınızı dindirmesine izin vererek, ama o masum, iyileştirici görünen rüzgârın her an hızlanıp bir fırtınaya dönüşebileceğini de bilerek.


Benjamin Button


Çok hüzünlüydü... Baştan sona her şeyi hüzünlendirdi beni filmin. Halbuki ben eğlenceli, komik, saçmasapan bir şeyler bekliyordum, neden bilmiyorum. Belki gitmeden önce fragmanını bile izlemediğimden ve kitabı da hiç bilmememdendir. Çok beğendim o ayrı, ama resmen üzgün - ama bir yandan da beynimin içinde yanmaya başlayan görünmez bir ışıkla - çıktım filmden. Herkesin "Şöyle ağladım, böyle hislendim," diye anlattığı Issız Adam'dan tek damla gözyaşı dökmeden çıkan ve kendine bir kez daha "taş kalpli" lakabını uygun gören ben, salondan gözlerini silerek çıkan tek insandım sanırım bugün. Epeydir bir film böylesine içlenmeme neden olmamıştı. Tabii bunda epeydir film izle(ye)mememin de katkısı vardır herhalde... ama güzeldi. Komiklik, uçukluk, hatta belki fantastiklik beklentilerimi düşündüğüm şekillerde vermiyordu, ama çok hoştu.

Sevdim seni Benjamin Button.

Utanç

Günlerdir ilk defa bütün gece deliksiz uyumuşum. Ankara sabahlarının insanı buz kesen soğuğu hafiften kırılmış nasıl olduysa. Bir hafta önceki kış manzaralarından eser yok.

Ders verdiğim binadakine değil de, aşağıdaki binanın kantinine götürüyor ayaklarım beni. “Bıktım poğaçadan.” Belki değişik bir şey bulurum umudu var içimde. Beyaz peynirli, domatesli, biberli sandviç mesela?

Kantine giriyorum. Sırada 3-4 öğrenci var önümde. Tezgaha bakıyorum. Poğaça, simit, gözleme...yok yok. Dumanı tüten gözlemede karar kılıyorum. Tercih yapma şansım bile var. Patatesli. Yanına da sıcacık bir bardak çay alıyorum. Kağıt bardakta gerçi ama, olsun. Sıcak ya... yeter.

Parayı ödeyip çıkmak için kapıya yönelirken dayanamayıp bir ısırık alıyorum gözlemeden. Ve daha lokma ağzımda dönmeye başlayamadan gözlerim karşı duvardaki kocaman postere değiyor. Bir çocuk. Kocaman gözleri var. Şaşkın, anlayamayan, ağlamaklı bakışları olan kocaman gözler. “GAZZE’DE ÇOCUKLAR ÖLÜYOR” yazıyor posterde. Ağzımda kocaman oluyor küçücük lokma. Aldığıma alacağıma pişman oluyorum. Ne deliksiz uyumuşluğum kalıyor, ne güneşin yüzünü tekrar göstermesinin verdiği sevinç.

Boğazım düğüm düğüm, derse gidiyorum.

Yediğim her lokmada, şikayet ettiğim her saçmasapan şeyde, yapılan esprilere her gülüşümde suçlu hissediyorum kendimi. Yok hayır, doğru değil bu. Çoğu zaman unutup, hayatın akışına ve kendi bencilliğime kapılıp keyif alıyorum yediğim lokmadan, şikayet ediyorum hiç utanmadan ve kahkaha attığım bile oluyor yapılan esprilere.

Sonra da böyle suçlu hissedip oturup yazıyorum işte.

İnsanım ne de olsa. Bencilim. Unutkanım. Sadece kendimi biliyorum. Anladığımı, gece uyurken – ya da aslında uyuyamazken, ama belki yorgunluktan bitap düşmüş halde birkaç dakikalığına sızmışken – kafalarına bomba yağan o insanların acılarını, o zavallı çocukların korkularını paylaştığımı, yaşadıkları dehşeti bildiğimi sansam da, hiçbir şey bildiğim, hiçbir şey anladığım yok. Sorun da bu galiba: anlamak istemiyorum. Böyle bir acıyı bilmek, anlamak, yaşamak çok ama çok korkutuyor beni, dehşete düşürüyor. Bu kadar bencilim işte. Bu kadar insanım.

Gece yatarken, “Oğlumu koru n’olur,” diyorum içimden. Ve sonra, “Bütün çocukları koru n’olur,” diyorum.

Diyorum ama korkum azalmıyor. Üzüntüm, endişem bitmiyor. Dünya değişmiyor çünkü. İnsanlar değişmiyor. İnsanlar insan çünkü. Ve “insan olmak” iyi bir şey değil aslında. İnsan olmak, bencillikle, inanılmaz bir kötülük yapma potansiyeliyle, sadece savunmayla sınırlı kalmayan bir öldürme/kırma/yıkma/incitme dürtüsüyle, rahata erdiği anda yaşadığı kötü anları/günleri/deneyimleri tamamen silebilecek bir unutkanlıkla eşdeğer. En kötüsü de, ne kadar iyi insanlar olmaya çalışırsak çalışalım, bu kötülük potansiyelinin uyku halinde de olsa hep içimizde var olduğunu bilerek yaşamak herhalde.

Ve bu dünyada bu potansiyellerini çocukları, bir sürü masum insanı (ve hayvanı) öldürmek için gözünü bile kırpmadan kullanan/kullanacak olan, para için girmeyeceği yol, yapmayacağı kalleşlik olmayan bir sürü türdeşimiz olduğunu bilerek yaşamak.

Utanarak, kahırlanarak, ama hiçbir şeyi değiştiremeden, üzüldüğümüzle kalarak.