Ben=Ankara - 2 -

Ankara bugün ışıl ışıl. Dünkü pusun, karanlığın, karamsarlığın yerini bembeyaz kar aldı. Ağaçlar, sokaklar, arabalar, evler, banklar bembeyaz. Elimde kahvem, camdan dışarıya bakıyorum ve doğaya olan hayranlığım depreşiveriyor yine.

Kış Ankara’ya çok yakışıyor. Kesinlikle. Demin okulun bahçesinde durmuş, bütün gece yağan karın, herhangi bir yılbaşı süsünün yapamayacağı güzellikte süslediği ağaçları seyrediyordum. Yüzümde bir gülümseme, kendi kendime mırıldanırken, “Önüne bak, düşeceksin şimdi etrafı seyredeyim derken,” dedi içimdeki ses. Haklı. Kar bu; sağı solu belli olmaz. Bir an büyüler insanı, gözünü kamaştırır, bir sonraki an çamura dönüşüp düşürebilir insanı. Adı üzerinde: büyü. Karmaşayı, gürültüyü, pisliği, betonu bir süreliğine de olsa örten ve dünyayı Narnia’daki o muhteşem ormana çeviren, ama kötü kalpli Beyaz Cadı’yı aslında yok etmeyen, sadece onun gizlenmesine yardım olan kar büyüsü.

Yine de güzel. Sadece bir örtü de olsa, yaşadığımız şehirlerin hızlı akışında hemencecik çamura da dönüşse, güzel. Çok güzel. :)

Ben=Ankara

Fotoğraf: Ersoy Yılmaz (http://www.karekarehayat.com/)
Merak eden varsa, ya da burada yaşadığı halde bu saatte hala perdelerini açmamış olan, Ankara yağmurlu. Yağmurlu ve çamurlu ve soğuk ve karanlık. Ben de biraz böyleyim aslında bu aralar. Yağmurlu, çamurlu ve karanlık. Soğuk? Onu benimle muhatap olmak durumunda kalanlara sormak lazım. Öğrencilerime mesela. Ya da eşe dosta.

Kışı severim normalde. Çok severim hatta. Ne de olsa kış çocuğuyum ve buz gibi, karlı bir Ankara’ya doğmuşum. Ama sanırım kışın gelişinin tadına varamayacak kadar yorgunum bu aralar; hiç dinlenemediğim için de neredeyse sürekli hasta, halsiz... Yaşlı kadınlar gibi oldum. Sürekli bir yerim ağrıyor, sızlıyor.

Bugün başım mesela. Çatladı çatlayacak. Merak ediyorum bir yandan da, gerçekten çatlayıverirse n’olur acaba? İçindekiler ortalığa dökülür ve ben de biraz rahatlar mıyım? Yoksa millet ortalığa saçılanları görüp içimde olan biteni anlar diye panik olup hepsini geri kafama mı tıkmaya çalışırım?

Neyse, şimdilik çatlama ihtimali yok gibi görünüyor. Bir saat önce aldığım ağrı kesici yeni yeni etki etmeye başladı sanırım. Başladı ki, kendimi tekrar insana yakın bir şey gibi hissediyorum.

Bu aralar böyle bu blog. Puslu, somurtkan, durgun. Biraz (!) uyku, koca bir fincan çay, ve biraz sessizlik çözer sanki bu işi.

Çözer mi acaba?

Ukde

Bugün, 10-15 yıl öncesine kadar uzanan bir hayalimin, (benim için olmasa da) gerçekleşmiş halini izledim kısa bir süreliğine. Biraz içim burkularak, hafiften – ama tamamen kötülükten uzak – kıskanarak, geçmişi ve mütevazı hayallerimi hatırlayarak ve arada dalıp giderek.

Küçük, beyaz badanalı bir oda. Duvarlarda odanın sahibi için özel olan kişi, film vs. posterleri, resimleri, yazılar, alıntılar. Ardına kadar açılmış kocaman bir pencere ve pencereden görünen ağaçlar, içeri giren serin hava. Birkaç raf, dağınık bir şekilde yerleştirilmiş dosyalar, dergiler, kitaplar, kağıtlar... Pencerenin önündeki geniş mermerde yine kitaplar, defterler, notlar, kalemler. Masanın üstünde eski bir bilgisayar. Karşısında iki koltuk. İki koltuğun arasında duran ufak sehpamsı şeyin üzerindeki dergi-kitap yığınının en tepesinde çok sevdiğim yayvan çay fincanlarından. Yerde kılıfının içinde duran bir klasik gitar. Ve, yola aynı onun gibi çıkmış olmalarına rağmen zaman içinde tevazularını ve içtenliklerini kaybeden çoğunluğun angaryasına koşturmaktan yorgun düşmüş olsa da, gözlerinin içi ışıl ışıl parlayan, gencecik, henüz – kendisi ve hayalleri – harcanmamış bir güzel insan. Belli ki hala inanamıyor orada olduğuna. Belli ki o da benim gibi hayal etmiş bunu hep. Bir fark var ama. O orada. Ben değilim. Ve olmayacağım.

Hep içimde kalacak galiba bu. O odalaran birine yerleşip kitaplarımı ortalığa yaymak, kendi istediğim, sevdiğim konularda ders vermek, konuşmak, dinlemek, okumak... Anlatılanları dinleyince, yapılan muameleyi görünce, “Yapamazmışım ben zaten,” diyorum aslına bakarsanız. “Üçüncü gün ya kovulurmuşum ya istifa edermişim,” diyorum. Ama bu - hem gerçekçi hem de yalandan - teselliler hayal kırıklığımı, ve sahip çıkmadığım hayalimin kalbime düşen gölgesini silip atmaya yetmiyor işte.

Ve bir kez daha anlıyorum, tam da bu hayal kırıklığının sayesinde aslında; anlıyorum ki, hayal kurmaya devam etmek lazım. Yeni hayaller kurmak, eskileri – hüzünlenerek de olsa – yaşatmak ve elimizdekilerin kıymetini bilip yola devam ederken, bir zamanlar çok istediklerimize arada sırada da olsa şu an bizimmiş muamelesi yapıp dışarıdaki dünyaya yansıttığımız gerçekliğimizden farklı, - belki bir, belki iki kişinin bildiği, ya da herkesin bihaber olduğu - asıl benliğimize ait bir gerçeklik yakalamak.

Ben şu anda duvarları beyaz badanalı o ince uzun koridorun beyaz badanalı odalarından birindeyim. Camım sonuna kadar açık ve içeri hafif bir esinti giriyor. Elimin altındaki kaleme-kağıda-kitaba, ormanın sessizliğine dalıp gitmişken kapıya vuruyor birisi. Hayallerin, hayaller üzerine çalışıp hayatını hayal inşa etmekten kazanmanın kıymetini bilen birileri belki. Ya da sadece hayatın akışıyla kendi hayallerinden uzaklaşıp oraya düşmüş, takılıp kalmış kırık kalpli biri. Ve kapının her tıklatılışında o oda biraz daha bana ait oluyor sanki. Yeni bir eşya ekleniyor, yeni bir resim, yeni bir kitap, yeni insanlar...

Ama çok uzatmıyorum hayalimi. Biliyorum çünkü... çok uzarsa o da sıradanlaşacak ve aslında gerçekleştirmiş olsam bile bir gün bıkacağımı/bıkabileceğimi fark edeceğim. Bunu istemiyorum. Varsın yeni eşya, kitap, insan olmasın. Varsın o ilk, çıplak, boşa yakın, acemi haliyle kalsın. Ama kalsın. Beni de o hayali ilk kurmaya başladığım zamanlardaki heyecanlı, hevesli, idealist halimde bıraksın.

Karayı suya değişmek

K Dergisi ilk çıktığında çok hoşuma gitmişti ve epey bir süre düzenli takip etmiştim. Hafif, bir otobüs yolculuğunu keyifli hale getirebilecek akıcılıkta bir edebiyat dergisi. (Bir edebiyat düşkünü ve yazar olma çabaları içinde kendini süründüren biri olarak utanarak itiraf etmem lazım, edebiyat dergilerinden çok sıkılırım ben normalde...hiç utanmadım... ne şaşırtıcı.)

Epeydir almıyorum bu dergiyi, çünkü çalışma odasında birikip duruyor daha kapağı bile açılmamış, ütülenmiş gibi dümdüz duran bir sürüsü. Bugün oğlumu oyalama çabaları içinde debelenirken bir ara halıya oturup beyimizin özenle yerlere saçtığı bir sürü K Dergisi içinden rastgele bir tane seçip Herman Hesse ile ilgili bir yazının ilk 8.5 paragrafını okuma şerefine nail oldum (kalanını da bu yazıyı bitirince okumayı umuyorum). Tam da beynimin beni yine fazlaca zorladığını düşündüğüm şu sıralarda, bu paragraflardan biri çok etkiledi beni... ve yine düşündürdü. Maalesef mi demeliyim? Şu alıntıyı bir yapayım hele, öyle veririm kararımı.


Demiş ki Hesse:

İnsanların büyük çoğunluğu yüzmesini öğrenmeden yüzmek istemez. Yüzmek istememeleri doğal, çünkü karada yaşamak için dünyaya gelmişler; suda değil. Ve düşünmek istememeleri de doğal, çünkü yaşamak için yaratılmışlar; düşünmek için değil! Evet, kim düşünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa bundan ileri bir noktaya ulaşabilir. Ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir.

Karayla suyu değiş tokuş etmek! Solungaçlarınız olmadan suyun altında, mercanların arasında, sessiz görünen bir kaosun en dibinde balıklarla birlikte ikamet etmek ve her nefes almaya çalıştığınızda kovalar dolusu su yutup gitgide daha derinlere batmak, batmak, ve nihayetinde pes edip koyuvermek kendinizi karanlığın koynuna.



“...Arayış Hesse’yi kitaplara yöneltir. Okumak, soruları cevaplamanın, yeni sorular sormanın ve bitmek bilmeyen öğrenme sürecinin başlangıcı olur. Bir kitapçıda çalışmaya başlar. Rafları milyonca satır, binlerce fikirle dolu olan bu odaya kendini hapsedişi, özgürlük macerasıdır aslında. Kitaplarla çevrili bu dünyada sonsuzluğu bulur...”

“... Hesse, dünyaya savaş açmıştır. Yazıları gerçekten kaçtığı zamanlar, kelimeleri silahı olur. Bütün mermilerini tüketene kadar yazmaya kararlıdır...

“...Kendi kafasıyla düşünemeyecek ve kendi kendisinin yargıcı olamayacak kadar rahatını sevenler, yasaklara olduğu gibi boyun eğerler. Böylelerinin işi kolaydır, savaşan askerler olurlar. Ötekiler ise yasaklarını kendi içlerinde hissederler. Öyle olur ki; her dürüst insanın Allah’ın günü yapabildiği şeyler yasaktır böyleleri için; öte yandan yasaklanmış şeyleri yasak saymazlar. Herkes kendi işini kendisi görmek zorundadır...”


“... Dostlarla doludur dünya, henüz yaşam aydınlıkken; ama sis çöktüğünde, herkes görünmez olur. Kaçınılması mümkün olmayan ve sessizce herkesten onu ayıran karanlığı tanımayan hiç kimse, gerçekten bilge değildir. Gariptir siste yürümek. Yaşam yalnızlıktır. Hiçbir insan diğerini tanımaz. Herkes yalnızdır.”

* * *

Bende yarattığı hisler çok etkileyici bu satırların. Sanki benim adıma düşünülmüş ve söylenmiş, tabii ki benim çoğu zaman yaptığım gibi acemice ve ürkekçe değil, sözcüklerin büyük bir özenle seçilip cesurca dile getirilmesiyle. Üniversitedeyken okumuştum Hesse’yi. Sanırım ilk fırsatta tekrar okumalıyım. Benim düşündüğüm şekilde düşünen, benim gibi korkan, bunalan, düğümlenen birileri olduğunu bilmek iyi gelir belki. Ya da gelmez. En azından kafamdaki karmaşayı düzgün cümlelere dökmüş biriyle daha yakından tanışmış olurum belki.

Belki.

Alıntılar: K Dergisi - Sayı 13, Aralık 2006.

Değişim

Artık çoğu şey çok farklı görünüyor gözüme. Kalabalık sokaklar, camın önüne oturmuş dışarıyı seyreden yaşlı kadınlar, otobüste eksik gedik dişleriyle gülen çocuklar, benim görüntümle zıt düşen rengarenk dükkanlar. Sanki her şey daha değerli artık. Eskiden yoklarmış, yeni karşıma çıkıyorlarmış gibi. Halbuki hep oradalardı, ama ben bakmıyordum. Baksam da görmüyor, görsem de umursamıyordum. Kalabalığı, gürültüyü, adım atılamayacak kadar vıngır vıngır insan kaynayan kaldırımları, bütün sokağı kaplayan sergileri özleyeceğimi hiç düşünmezdim, ama özlemişim işte. Nefret ettiğim kokoreçin kokusu bile çok dokunmuyor sanki. Ya da normalde beynimi oyacakmış gibi gelen insan sesleri. Hep nerede dip-köşe masa varsa oraya sığınan ben, insanları, adımlarını, yürürken kollarının iki yana savruluşunu (ya da savrulmayıp sopa gibi iki yanda duruşunu), sokağın hiç bitmeyen hareketliliğini görebileceğim bir yerlere oturmak ister oldum. İlginç.

Bu kadar yorgun olunca algılarının daha bir kapalı olmasını bekliyor insan, ama hiç de öyle olmuyormuş. Beynim gördüğü her şeyi kaydetmek istiyor sanki; her sese kulak kesiliyorum, kendimden çok dışarıya bakıyorum normalde olduğunun aksine, ama yine de aslında kendimi arıyorum galiba.

Yakında bunların hepsi yine yorucu gelmeye başlayacak muhtemelen. O yüzden tadını çıkartmalı.

İlham



İçe doğmak . . .


Esin . . .


Nereden gelir? Nereden içimize doğar bazı şeyler? Hangi zamanlarda? Hangi koşullarda? Doğduğu an kucaklayabilir miyiz onu hemen? Kucaklamazsak küsüp gider mi? Giderse nereye gider, başkalarına mı, yoksa bilinçaltımıza mı?


Müzik midir en kuvvetli ilham kaynağı? Müzisyen için de mi müziktir peki? Nasıl bir müziktir? Hareketli, hüzünlü, sert, tekdüze?

Ya da bir resim? Renklerin bir araya gelip bizim öngöremediğimiz bir biçime büründürülmüş olması mıdır ilham perisini uykusundan uyandıran? Yoksa ilham perisi her an tetikte mi bekler beyinden çıkacak kıvılcımlar için?


Okuduğunuzda sizde en az onun kadar iyi bir şeyler yazma hissi uyandıran bir kitap oldu mu hiç? Ya da gördüğünüzde onun gibi olabilme arzusu yaratan bir insan, veya bir kedi?


Otobüste karşınızda oturan yaşlı adamın kırışıklıkları arasına çöreklenir bazen ilham perisi, kalkmaz siz inene kadar. Bakar durursunuz adama, yorgunluğuna, dinginliğine, bazen gerginliğine. Ya da bir çocuğun rüzgar estiğinde gözlerini kapatıp gülümsüyerek öylece durması sizin de bir zamanlar çocuk olduğunuzu, ve isterseniz hala olabileceğinizi hatırlatır.


Kendilerine tuvalette, ev süpürürken, örgü örerken ilham geldiğini söyleyenler var. Demek ki hiç de öyle yakınıldığı gibi yalnız bırakmıyor bizi aslında ilham perisi. Her yerde, her an çıkıyor karşımıza, ama bizim algımızı açmış olmamız gerekiyor onu görebilmek için.


Ve maalesef görmek de yetmiyor. İnsan beyni hem çok derin, bilinçaltı denilen sandığa atıp gördüklerini, her olayda açılmasını bekliyor, hem de çok sığ, bir yere kaydetmezsiniz perinizin getirdiklerini, unutuveriyor.


Kişisel ilhamın nerede ve ne zaman geldiğini gözlemlemek, kendi ilham perinizin uğrak yerlerini öğrenmek epey vakit alıyormuş meğer. Ya da benim için öyle oldu/oluyor. İnsan ne kadar iyi tanırsa kendini, ve kabullenirse bazı eksiklerini, yanlışlarını, o kadar kolaylaşıyor bu iş galiba.


Kimi de diyor ki, ilham diye bir şey yoktur, çalışkanlık vardır, sebat vardır, ısrar vardır.

Katılmıyorum buna ben. Elbette çalışmadan, uğraşmadan, belki de hüsrana uğramadan çıkmıyor hiçbir şey ortaya. Ama yine de bir ilham perisi de var bence her çağıranın. Ama uzun süre arayıp sormazsanız, o da giriveriyor o koca sandığın içine topladıklarıyla birlikte. Kıvrılıp uyuyor içeride, ve anahtar deliğinden yeni bir ışık sızmasını bekliyor.