Dünyanın öbür ucu

Bir otobüs. Huzursuz bir şekilde uyuyorum. Belim ağrımış. Gittiğim yere - Türkiye'de bir yer, belki Antalya? - ne için gittiğimi tam olarak bilmiyorum. Belki bir seminer ya da araştırma... yani iş için. İniyorum nihayet. Bungalow gibi bir yerde kalıyorum, kim olduklarını bilmediğim (ya da şu anda hatırlayamadığım) birkaç kişiyle birlikte. İçlerinden biri çizgili gömlek üzerine kırmızı askı takmış, göbekli, sakallı, tonton bi arkeolog. Kısa boylu, filozof tipli. Birtakım araştırmalar yapıyoruz. Bu arada ben odanın her yerine dağılmış durumdayım ve aradığım hiçbir şeyi bulamıyorum. Birkaç gün sürüyor orada kalışım; ertesi gün yola çıkacağım. Biletimi önceden ayırtmışım; hatta eski, uzun, beyaz bir zarfın boş kalmış kısımlarına da otobüs saatini, bilet parasının ne kadar olduğunu, kaçta garda olmam gerektiğini falan karalamışım. Karman çorman. Otobüs tuhaf saatlerde kalkıyor. 7:27, 8:56 gibi... ve kalkıştan tam 23 dakika önce orada olmam gerekiyor yoksa kaçırıp bir sonrakini beklemem gerekecek. Birlikte çalıştığım tonton amcayla birlikte şehri geziyoruz. Müze gibi bir yer var. Açık alanda. "Bir gün daha kal bence," diyor. "Yarın getirecekler." İçim titriyor. Buraya kadar gelip, bu kadar doğru bir zamanda burada olup, görmeden gitmem cidden çok yazık olur. "Bakalım," diyorum, tereddütlü. Gelecek olan o çok mühim şeylerin nerede duracakları belirlenmiş tabii ki şimdiden. Oraları geziyoruz, yarının heyecanını belli etmemeye çalışarak. Bana pek gerçek gibi gelmiyor, ama tonton amca öyle dedi, inanıyorum.


Odaya geri dönüyorum, zarf kaybolmuş. Hani şu otobüsün saatinin falan yazdığı uzun zarf. Başka bir firmayı arayıp biraz daha erken saatteki bir otobüs için yer ayırtıyorum. Bu kez not alabileceğim bir zarfım bile yok. Kalem de bulamıyorum zaten. Mecbur ezberliyorum söylenenleri. Yine tuhaf saatler, tuhaf rakamlar. Yarınki o şeyi görmek için bunca merakıma rağmen neden otobüs saatini erkene çekmeye çalışıyorum bilmiyorum, hatırlayamıyorum şimdi.


Sabah oluyor. Panik içinde kalkıyorum. Otobüsü kaçırmamam lazım. Birden zarfı buluveriyorum. Kafam karışıyor. İki otobüsün arasında yaklaşık yarım saatlik bir süre var. Acaba her ikisi de hala geçerli mi diye düşünüyorum. Çantamı sırtlanıp tonton amcayla birlikte yola koyuluyorum. O yola çıkmıyor bugün. Ben yalnız döneceğim. Şehrin göbeğinde, binaların arasındaki düzlük bir alanı geçip çok yüksek olmayan bir tepeyi çıkmaya başlıyoruz. Ve tepenin uç noktasına yaklaştığımızda benim nefesim kesiliyor. Evet, bildiğiniz nefes alamıyorum. Gözlerim iyice büyüyor, kalbim hızlanıyor ve "inanamıyorum" sözcüğü dökülüyor dudaklarımdan. "Çok güzeller, muhteşemler."


Karşımda, tam göz hizamda antik Aztek tapınaklarından en büyüğü duruyor. Dün dolaştığımız çizilip belirlenmiş alana ön cephesi bize dönük olacak şekilde yerleştirilmiş ve tüm heybetiyle dikiliyor karşımda. İki yanımızda da daha küçük başka iki tapınak var. Bir an etrafımdaki diğer her şey siliniyor ve ben o büyülü ortamın içinden geçip karşıdaki tapınağa koşuyorum. Kapıları henüz açılmamış. Birkaç çocuk bekleşiyor etrafta. Birkaç dakika sonra kapı açıldığında içeri giriyorum. Tahminimden daha boş. Çok ahşap şey var. Sıralar, raflar, mumlar... Bir efsanenin içinde gibiyim, ama otobüsü kaçırmak istemiyorsam da hemen çıkmam lazım.


Birden koşturmaya başlıyorum. Ağır sırt çantam yavaşlatsa da beni biraz, birkaç dakika içinde soluk soluğa kalmış halde gara varıyorum. Dün aradığım şirketin bilet gişesine gidiyorum ama kadın geç kaldığımı, ayırtılan bilet için daha erken gelmiş olmam gerektiğini söylüyor. Ona diğer şirketi soruyorum, "acaba o bilet sizden geçerli olur mu" diyorum, mırın kırın ediyor, ama şeker bir kız, "bir bakalım" diyip içeri gidiyor, ve elinde biraz daha geç kalkacak olan bir otobüsün biletiyle geri dönüyor. Minnetimi çarpık bir gülümsemeyle gösterip otobüsümü buluyorum.
Aklım hala Aztek tapınaklarında. Onca yolu aşıp buraya, ayağıma kadar gelmiş olduklarına inanamıyorum ve arada sırıtıyorum aptal aptal.
Otobüs nihayet kalkıyor. Cam kenarındaki koltuğuma oturuyorum, bu kadar kısa sürede dünyanın öbür ucuna gidip gelmiş olmanın verdiği tatmin ve yorgunluk hissiyle gözlerimi kapatıyorum... ve uyanıyorum.

Tersine Kanon

Paolo Maurensig - TERSİNE KANON
Dost Kitabevi Yayınları, 2004
Çev: Cemal Kaan Emek
Tersine Kanon-Canone Inverso
benim yazarını ya da kitabın kendisini bilip duyarak aldığım kitaplardan değil. Ben kitapçıya girdiğinde kendini kaybedip zamanın farkına varmadan saatlerce dolaşan ve çıkarken de evde okunmamış onca kitap varken ve para da harcamamam gerekirken illa ki bir şey(ler) alanlardanım. Keçilerin Çobanı da benim gibi anladığım kadarıyla, zira bir yorumunda kızı birazcık daha büyüdükten sonra okumak üzere "biriktirdiği" kitaplardan bahsetmiş o da :) İşte Tersine Kanon da, böyle kendimi kaybettiğim, cidden para harcamamam gereken, ama kitap almak için kudurduğum bir sırada Dost'a girip, saatlerce dolaşıp, nihayetinde ince (ve dolayısıyla nispeten ucuz! iğrencim biliyorum...) olduğu ve arka kapağındaki tanıtım yazısı epey ilgimi çekmeyi başardığı için aldığım kitaplardan biri. 02.03.2006 diye tarih atmışım. Aldığım bir kitabı alınma tarihinden itibaren bir sene içinde okumuş olmak da benim için çoğunlukla takdir edilecek bir durum tabii :)
Paolo Maurensig adını google'da aradığımda karşıma çok az ve İtalyanca tanıtım yazıları çıktı (çobancııımm, sen anlarsın bak onları hihi). Kitabın başında verilen bilgiye göre, 1943'te İtalya'nın kuzeydoğusunda, Alpler'in eteğinde küçük bir kasaba olan Gorizia'da doğmuş ve 1993'ten itibaren yazdıklarıyla İtalya çağdaş yazınının en önemli isimleri arasına girmiş. Türkçe'ye çevrilmiş üç kitabı daha var sanırım, en azından bu yayınevinden çıkan.
Kitaba gelince...öncelikle, cidden beğendim. Çok akıcı, anlatımıyla insanı öykünün içine çekiyor ve konunun da etkisiyle olsa gerek masalımsı bir atmosfer yaratıyor. Kitap, müzikle ilgili bir öykü yazmaya çalışan ve öyküsünün sonunu arayan bir yazarın bu sonu bulduğunu ümit etmesine neden olacak bir müzik aletleri müzayedesiyle başlıyor. Kitabın arka kapağında (muhtemelen kitabı almama neden olan şey buydu, tam hatırlamasam da) "... olağanüstü bir Bach yorumcusu olan kemancı Jenö Varga ile karşılaşan bir yazarın gizemli ve sarsıcı öyküsü" diyor, ama bence yanıltıcı bir ifade olmuş bu, çünkü öykü aslında baştan sona, söz konusu yazarın değil, kemancının hayatını ve gizemini anlatıyor. Kemanla tanışması, bu alete sırılsıklam aşık olması, müzikle ve yetenekle ilgili anlatımları, yine müzikle bağlantılı tasvirleri, son derece katı (hatta sapıkçasına katı) bir eğitim gördüğü müzik okuluyla ilgili anıları ve ailesinin geçmişiyle ilgili bitmek bilmeyen arayışları beni çok etkiledi. Özellikle kemanseverlere tavsiye edilir :)
Kısacası, beğendim. Gerçi sonu beni pek tatmin etti diyemem, ama olsun. Okuması çok keyifli bir kitaptı.

Ruhları da hala el ele midir ki?

İtalya'nın kuzeyindeki bir kasabada yapılan kazılarda birbirine sarılmış bir erkekle kadının 5000 yıl öncesine ait iskeletleri bulunmuş. Bölge aynı zamanda Romeo-Juliet hikayesine de ev sahipliği yaptığı için insanlar heyecan yapmışlar tabii hemen.
Bunlar Romeo ve Juliet midir bilemeyeceğim , ama resim çok etkiledi beni ve görmeyenler varsa paylaşayım istedim. Kolların ve bacakların birbirine dolanış şekli, resmen birbirlerinin gözünün içine bakar haldeki baş pozisyonları... gerçekten çok etkileyici.