Budur...


Bu geceyi Pink Floyd gecesi ilan ettim. Adamlar söylenecek ne varsa söylemişler zamanında...ötesi var mı?


Böyle güzel ve anlamlı şeyler üretebilen insanlar karşısında kendimi küçücük hissediyorum. Her şeye, düzene ve bir sürü gerizekalıya boyun eğmiş bir koyun gibi... arada melemelerim çatlak çıkacak oluyor otlarken, bir bakıyorum ki kaybolmuş sesim kalabalığın içinde... aklımdan geçenler ağzıma varana kadar binbir şekil değiştirmiş sanki, düzene uymuş.


Uymamak lazım. Kendine inanmak, kendi aklına güvenmek lazım. Düzeni kuranın da senin benim gibi etten kemikten olduğunu, üzerimizde, hayallerimizde, düşüncelerimizde söz sahibi olamayacağını unutmamak...

Dinleyelim... tüm algılarımızı açıp dinleyelim ki beynimizin, zihnimizin pası gitsin... gitsin ki tekrar kendimiz olalım, gerçekte kimiz onu hatırlayalım...
Budur.













Tercih edebilme şansı (?)


Yazma seminerindeki derslerimizden birinde, edebiyatta dramatik unsuru oluşturan kararlardan, seçimlerden, yol ayrımlarından bahsediyorduk galiba. Mesela kim kendini "tam anlamıyla dürüst" olarak nitelendirebilirdi? Ben yapabilirdim bunu. Çünkü bana göre çevremdeki herkesin "dünyadaki en doğrucu Davut" diyeceği türden, engel olamadığım, kimi zaman yıkıcı olabilen bir dürüstlük dürtüsüne sahibim. İçimde durmaz hiçbir şey. Bir süre durmuşsa da, çürüyüp kokmaya başlamasına fırsat vermeden hemen çıkarıveririm onu oradan... mümkünse beni kirletmeden...

Ama sonra kafamı karıştırmıştı hoca aynı derste. "Hiç yalan söylemek durumunda kalmadıysanız, buna hiç mecbur olmadıysanız, tabii ki dürüstüm dersiniz...ama bu sizin gerçekte dürüst olduğunuz anlamına gelmek zorunda değil. Sadece bugüne kadar yalan söylemeye hiç mecbur kalmadığınız anlamına gelir..." gibisinden bir şeyler.... kelimesi kelimesine hatırlamıyorum. Ve sonra da eklemişti. "Hiç aç kalmadıysanız tabii ki hırsızlık yapmaz, ekmek çalmazsınız." Sophie'nin Seçimi'ni örnek vermişti hatta. Mecbur kalmasa çocuklarından birini seçer, diğerini ölüme terk eder miydi hiç Sophie?

Çok etkilemişti bu tespit beni. Çok doğru bulmuştum. Bir durum başımıza gelmedikçe aslında neler yapma kapasitesine sahip olduğumuzun ortaya çıkmaması normal. Yani tamam, normalde karıncayı bile incitmeyebilirsiniz, ama sevdiğiniz biri - mesela çocuğunuz - tehdit altındaysa çekip vurabilirsiniz karşınızdakini.

Hani bizde bir laf vardır: "büyük konuşmak/konuşmamak". İşte oraya geliyor olay. Her şey ama her şey bizler için gerçekten de ve hayatın ne getireceğini bilmeden "ben şöyleyim, ben bunu asla yapmam, aaa falancayı duydun mu, yuh nasıl yapar böyle bir şeyi" dememek gerekiyor galiba. Ben hep korkmuşumdur büyük konuşmaktan. Çünkü kendimden de korkarım. Hatta belki en çok kendimden korkarım. Çünkü insanım. Sağım solum belli olmaz ne kadar kontrollü olursam olayım. Ve hayatın bana neler hazırladığını bilemem benden habersiz.

Bunlar hep üzerine kafa yorduğum şeylerdir, ama son iki haftadır özellikle düşünür oldum yine. İki kitap yüzünden. İlkinden daha önce sadece ismen de olsa bahsetmiştim: Bir Geyşanın Anıları.

Bir Geyşanın Anıları'nı okurken çok büyük keyif aldım cidden. Kendi kendine akıp giden bir kitap. Kimonoların üzerlerine çizilmiş doğa motiflerinin capcanlı tasvirleri, Sayuri'nin Sayuri olmadan önceki ve sonraki hali ve çaresizlik yüzünden içinden çıkamadığı (bana göre) çekilmez hayat. Uzakdoğu'nun Batı'ya hep çok çekici gelen o sessiz, gizemli ama rengarenk gelenekler dünyası... O kadar görsel bir kitap ki filminin çekilmesine şaşırmamak lazım. Kitabı okuduğum gün ve geceler boyunca, okuyamadığım anlarda hep merak ettim "eee şimdi ne olacak" diye.
Peki kitabın yazımın başında bahsini geçirdiğim ikilemle ne alakası var? Çok alakası var, çünkü kitap aslında henüz 9 yaşında küçücük bir çocukken babası tarafından üç kuruş için bir okiyaya (geyşa evine) satılan bir kızın, hayatın kendi kendine aktığı fazlasıyla sade ve gerçek bir yer olan köyündeki "sarsak" evinden koptuğu an başlayan mücadelesini ve kendisine hiçbir tercih yapma şansı bırakılmayan yeni hayatını anlatıyor. 15 yaşında, henüz bir çırak geyşayken, terini ve salyalarını üstüne akıtan ruhsuz bir adamın altında acılar içinde durması gerektiğinde ortada bir tercih söz konusu değildir. Daha doğrusu, iki ucu boklu değneğin daha az boklu olan tarafını tercih etmiştir aslında... açlıktan ölmekten ya da geneleve düşmektense, geyşa olma yolunda adım atmak. Yani genelevdekilere oranla daha az adamla yatmak, işin daha çok "eğlendirme" kısmıyla ilgilenmek ve eğer birazcık şansı ve yeteneği varsa bir danna - yani hayatı boyunca masraflarını karşılacak, metresi olacağı zengin ve nüfuzlu bir adam - bulmak. Bu "danna" sözcüğüne de çok güldüm ilk gördüğümde. "Senin dannan kim?" ya da "Dannan var mı?" :D


Geyşalık çok ciddi bir eğitim gerektiriyormuş işin ilginç yanı. İstemediğiniz bir hayatı yaşayıp, kendi tercihiniz olmayan, kimbilir nasıl bir adamın metresi olabilmek için yıllarınızı vermeniz gerekiyor. Üstüne üstlük, eğitiminizden yiyip içtiklerinize kadar her şey borç hanenize yazılıyor. Ünlü ve başarılı bir geyşa olunca okiyanıza tüm borçlarınızı ödüyorsunuz bir güzel.


Öteden beri aklımı kurcalayan meselelerden biridir, ve evet bir meseledir bana göre: hayatını erkeklere verdiğin bedensel hazzın karşılığı olan parayla kazanmak. Tanıdığın/tanımadığın adamlarla parası için beraber olmak. Daha da kötüsü, buna mecbur olmak. Bir şekilde içine girdiğin/düştüğün/itildiğin/yuvarlandığın bu dipsiz kuyuda çırpınmak, çırpınmak, sonra çırpınmaktan yorulup bırakıvermek kendini o karanlık kuyunun pis sularına.


Çok beğendim ben kitabı, ama okurken düşünmeden de edemedim. "Ben olsam ya bir yolunu bulup kaçar ya da intihar ederdim." Büyük mü düşünmüşüm diye düşünüyorum şimdi. Hayatta kalmak insanoğlunun birincil içgüdüsü ne de olsa...


Ve ikinci kitap. Papazın Kızı. Öncelikle hemen belirtmem lazım. Bir Geyşanın Anıları'nı ne kadar beğenmiş olursam olayım, Papazın Kızı'nı okuduğumda "İşte yazarlık budur be kardeşim," dedim içimden. Tamam, Arthur Golden'ın üslubu çok akıcı, aynı bir best-seller yazarının üslubunun olması gerektiği gibi... son derece görsel ve insan kendini kitabın akışına kaptırıyor. Ama Orwell'in üslubu tartışmasız şekilde daha çarpıcı, sert, gerçekçi ve insanı acıtarak kavrayan türden. Her iki kitap da gerçek dünyada var olan/olabilecek kişi ve durumlardan bahsediyor olsa da, Golden'ın kitabında son derece düz bir anlatım hakimken Orwell'inkinde durup düşünmenize neden olan, sorgulamanızı isteyen cümleler, pasajlar var. İnancı, fakirliği, insanı sorguluyorsunuz onu okurken. Seminerdeki hocalarımdan birinin deyimiyle, "altı çizilecek" pek çok cümle buluyorsunuz

Düşünün ki 28 yaşında genç bir kadınsınız. Babanız taş kalpli, insanlara kötü davranmayı huy edinmiş, soğuk nevale bir papaz. Kilise ve eve ilişkin tüm angaryalar sizin üzerinizde ve babanızdan bunun için en ufak bir övgü almadığınız gibi sürekli paylanıyor, hor görülüyorsunuz. Ve bir gün birdenbire, kim olduğunuzu, nerden geldiğinizi hatırlamaz bir halde sokaklarda buluyorsunuz kendinizi. Ne dindar olduğunuzu biliyorsunuz, ne de eğitimli olduğunuzun farkındasınız. Hırsızlık yapıyorsunuz, dileniyorsunuz, açlıktan midenizin duvarları birbirine yapışıyor, sokaklarda, dondurucu soğukluktaki gecelerin tüm yoksulları vurduğu sokaklarda sabahlıyor, bulaşık suyu gibi de olsa bir fincan sıcak çay için yalvarır hale geliyorsunuz. Konuşmanız düzgün olduğu için hizmetçilik işi bile bulamıyorsunuz. Paranız ona yettiği için, hayat kadınlarının kaldığı bi pansiyonda kalıyorsunuz korku içinde. Çaresizlikten herkese ve her şeye boyun eğiyorsunuz. Nihayet bir iş bulduğunuzda, nefret de etseniz sistemin parçası olmaktan, başka şansınız olmadığı için, aksi takdirde "aç kalacağınız" için gözünüzü kapayıp vazifenizi yapıyorsunuz (ve ben bu noktada ilk iki işimi o kadar kolay bırakıp bir yenisine girebilmenin aslında sadece bir seçim değil, aynı zamanda o seçimi yapmama imkan veren imkanların getirdiği bir şans olduğunu görüyorum).


Bu kitap Sefiller'i hatırlattı bana biraz. Tam "hah, iyi bir şey oldu" derken yeni bir talihsizlik ya da gerçek çarpıveriyor karakterin suratına. Olayların değil, papazın kızı Dorothy'nin geçirdiği değişim üzerine kurulu kitap... Tam da arka kapağında yazdığı gibi:



"Orwell söz konusu olduğunda, biçem insandır."

Bir kitabın düşündürdükleri

Bir kadın, bir adam, iki ülke ve hem adamla kadını hem de ülkeleri beklenmedik bir anda bağlayıveren küçük bir köprü...


Kadın nedeni çok da açık edilmeyen nedenlerden ötürü hayatında bir boşluk olduğunu düşünüyor ve kendini gerçekten yaşıyor gibi hissedebilmek adına sevdiği adamı, alıştığı hayatı ve ülkesini terk edip bir yardım kuruluşunun gönüllüsü olarak Honduras'a, kasırga ve fırtınalarda evlerini, ailelerini ve bazen canlarını kaybeden insanların yanına yardıma gidiyor. Benim dönem dönem yapmak istediğim ama hiç cesaret edemediğim - ya da belki de yeterince istemediğim için girişemediğim - şeyi yapıyor yani... her şeyi bırakıp tanımadığı, bilmediği bir ülkeye gidiyor, hayatta kalmaları doğanın insafına kalmış mütevazı bir halkın arasına karışıp "can" kurtarmanın yıpratıcı zaferiyle buluşuyor, sefaletle ve ölümün bizzat kendisiyle tanışıyor. İki seneliğine diye başladığı bu - hem fiziksel, hem içsel olan - çetin yolculuk uzuyor da uzuyor ve Honduras onun hayatı olup çıkıyor.


Bu arada geride bıraktığı bir adam var. Reklamcı. İşinde yükselmek için uğraşan ve kariyer yapmaktan keyif alan biri. Önceleri kızıyor kadına, içerliyor, ama sonra onu kendi haline bırakıp durumu kabulleniyor. Arada kesintiler olsa da neredeyse sürekli mektuplaşıyorlar ve kadın arada toplantı vs. için ülkesine döndüğünde havaalanının barında üzerine kıyılmış badem serpilmiş dondurma eşliğinde bir sonraki uçağın geliş saatine kadar görüyorlar birbirlerini. O kadar.


Sonra adam yeni biriyle tanışıyor...ve nihayetinde evleniyor bu kadınla, bir de çocukları oluyor. Adamın hayatı düzene girdikçe kadınınki - Honduras'takininki - karman çorman oluyor, ve günün birinde adama hayatının sürprizini yapıp hem onun hem de karısının hayatlarını alt üst ederek sahneden çekiliyor.


Güzel bir kitap. Gayet akıcı, öyle edebi laflar falan yok. Dili gayet sade; konu da bana göre gayet ilginç. Hiç sıkmıyor diyebilirim. Birkaç yerde, "Yazar bu bölümde biraz sıkılmış ve acele etmiş sanki, daha iyi yazabilirmiş," dediğim yerler oldu, ama bu, kitabı beğenmeme engel olmadı.


Uzaklara yapılan yolculukların aslında kişinin hayatındaki diğer insanlardan, işinden gücünden, ailesinden değil, kendinden kaçmak için girişilen maceralar olduğunun düşünen bendenizi aldı içine yani. Tavsiye ederim.








Marc Levy, Neredesin

Can Yayınları

Yazamamak mı, yoksa yazmamak mı bile isteye?

Uzun zamandır olmayan bir şeyler oluyor beynimin içinde bu aralar. Yeni yeni hikayeler düşüyor aklıma. Özellikle bir tane... Otobüste-dolmuşta giderken hikayenin kahramanını düşünür halde buluyorum kendimi. Yaşadığı evi görüyorum. Giydiği eski paltoyu, insanların ona bakışını, gözlerindeki yalnızlığı. Sıradışı uğraşı için yeterli dayanak bulmaya çalışıyorum. Sonra içim acıyor yazınca sanki gerçek olacakmış gibi tüm düşündüklerim, sanki bir insan benim yüzümden acı çekecekmiş gibi geliyor, ve bir türlü oturup yazamıyorum.
Biliyorum ben asla yazar diyemeyeceğim kendime. Yazacağım hep, ama konduramayacağım yazar olmayı kendime. Hep en büyük hayalim olarak yaşatıp , bir türlü hayata geçir(e)meyeceğim.
Tembelim çünkü ben. Düşünce tembeli değil kesinlikle, eylem tembeli.
Bekle yaşlı adam. Kimbilir belki bir gün oturup gerçekten yazarım senin hikayeni. Hırıltılı sesini duyar gibiyim ama: "Elini çabuk tut kızım, biliyorsun, belki benden bile iyi biliyorsun hatta, çok zamanım kalmadı."

Deniyorum yaşlı adam. Deniyorum. Zamana ilişkin kötü alışkanlıklarımı yenmeye, disiplinli bir insan olmaya çalışıyorum. Ama sen yine de kendini bana bağlama çok. Benim sağım solum belli olmaz.
Kızma bana.
Resmin alındığı adres:

Rüyalarda gerçekleşen rüyam...



Çok çok eski, en azından bir-iki yüzyılı aşkın süredir var olan bir üniversitede okuyorum. Tabii ki edebiyat. Günlerim okuyarak, düşünerek ve yazarak geçiyor. Okulun yüzyıldan yaşlı binalarının yer aldığı koskocaman, yemyeşil kampüsün en ıssız yerlerinden birinde bir ağacım var. Okul bitince kampüste - bu kez yurtlardan değil, hocaların koridorlarından birinde -bir odam olacağını hayal ediyorum o ağacın altında. Saatlerce kalabiliyorum hafif hafif esen rüzgarın hışırdattığı yaprakların altında.
Dersleri asla kaçırmıyorum; ama not tutmayı da fazla sevmiyorum: hocaların ağzından çıkan yorumların, bakış açılarının yaratıcılığımı köreltmesinden, onlara benzememe sebep olmasından korkuyorum. O yüzden pür dikkat dinliyor, beynimin en sağlam haznesine bilgileri kaydediyor, ama bir soru sorulduğunda asla hocaların ağzından yanıtlamıyorum. Örnek aldıklarım var; ama ben onlardan da iyi olmalıyım.

Kampüs çok sessiz. Çünkü doğanın içinde. Kuşlar, ağaçlar, çimler, gökyüzü, rüzgar... en çok gürültüyü yapan insanlar her zaman olduğu gibi. Koşan, yürüyen, uzanan, öpüşen, düşünen... Buradaki yalnızlığımı seviyorum. Çok sevdiğim bir başka şey ise kütüphane. Eski kitap kokusu, gacırdayan ahşap yer döşemeleri, illa ki tozlu olan raflar, elinize aldığınız anda dağılacakmış gibi duran ama sapasağlam bir şekilde yüzyıllara göğüs germiş kitaplar... Saatlerimi geçirdiğim bir başka yer. Hiç farketmeden. Hiç sıkılmadan. Okuma-yazma-çalışma-düşünme aralarında yine o odanın hayalini kurduğum, kendi sınıfımın olacağını düşlediğim ikinci yer.

Bir gün uyuyakalıyorum kütüphanede. Uyandığımda ağacımın altındayım. Elimde her zaman olduğu gibi kitaplar, defterler. Kalemlerim ortalığa saçılmış uyuyakaldığımda. Temiz havayı içime çekip hafifçe geriniyorum; ve tam o sırada, kapağı açık olan - belli ki uyuklamaya başlamadan hemen önce okumakta olduğum - bir kitabın sayfaları dönüveriyor ani bir rüzgarla... ve bir kağıt uçuyor arasından. Hemen kalkıp yakalıyorum: bir ders programı çizelgesi. Ama bana ait değil...? Ben bu dersleri almıştım, taaa birinci sınıftayken hem de...yok..bazılarını ikide...hatta bir tanesini dördüncü sınıfın ilk döneminde...ama kağıdın tepesindeki isim bana ait....ve böylece o büyülü kampüsteki yaşantımın ikinci evresine adım atmış olduğumu fark ediyorum...artık bir hocayım. Ne dilbilgisi öğretiyorum, ne de sınav kaygılı öğrenciler yetiştiriyorum... her şey edebiyat. Kitaplar üzerine konuşuyoruz, yazmanın güçlükleri üzerine... büyük yazarları okurken hep beraber gıpta ediyoruz okundukları anda bulunduğumuz - artık benim olan - sınıfın açık penceresinden uçup giden, yazarından başka kimseye ait olamayacak sözlere, dizelere... benden çok daha iyi yazabilen öğrencilerim var; düşünebildikleri şeyler, hayal güçlerinin sınırsızlığı büyülüyor beni...biraz da kıskandırıyor...
Dersin ne zaman bittiğini merak eden yok gibi...kimse saatine bakmıyor, ayağını sabırsızca sallamıyor, gözlerini devirip yanaklarını şişirmiyor. Sanki seçilerek toplanmış insanlar...sanki?

Ama ders nihayetinde bitiyor tabii... yanıma bana gençliğimi hatırlatan, kocaman parlak gözleri olan bir kız geliyor. Yazdığı öykülere bir göz atıp atamayacağımı soruyor. "Zevkle," diyorum gülümseyerek. Masamın üzerindeki kağıtları, kitapları ve kalemleri toplayıp sınıftan çıkıyor, kapıyı yavaşça kapatıyorum. Ayaklarım beni önce kısa bir süreliğine de olsa ağacımın altına, sonra da kampüsün diğer tarafındaki odama götürüyor. Her yer ahşap kokuyor. Sessiz...çok sessiz... sanki bir sessizlik yemini edilmişçesine sessiz... Kapıyı açıyorum, içerisi yalnızlığımla dolu. Bir yatak, bir çalışma masası, ufak bir ocak, bir gardırop, ufak bir halı, bir de beni bu tercih edilmiş yalnızlığıma hapseden pencerenin yanında duran koltuk. O kadar. Ocağın üzerinde duran çaydanlıkta su kaynatıp minik bir fincana koyduğum birkaç kaşık kahvenin üzerine boşaltıyorum. Odayı tarifi zor bir koku kaplıyor. Beni hem geçmişe götüren, hem şimdide tutsak eden, hem de geleceğe taşıyan.
İlk yudumumu aldığımda artık koltuğumdayım; arkama yaslanmış, penceremin bana gösterdiği manzarayı seyrediyorum. Bir an içim geçiyor; elimde kahve, uyuyakalıyorum.
Ve rüya yeniden başlıyor...

Dünyanın öbür ucu

Bir otobüs. Huzursuz bir şekilde uyuyorum. Belim ağrımış. Gittiğim yere - Türkiye'de bir yer, belki Antalya? - ne için gittiğimi tam olarak bilmiyorum. Belki bir seminer ya da araştırma... yani iş için. İniyorum nihayet. Bungalow gibi bir yerde kalıyorum, kim olduklarını bilmediğim (ya da şu anda hatırlayamadığım) birkaç kişiyle birlikte. İçlerinden biri çizgili gömlek üzerine kırmızı askı takmış, göbekli, sakallı, tonton bi arkeolog. Kısa boylu, filozof tipli. Birtakım araştırmalar yapıyoruz. Bu arada ben odanın her yerine dağılmış durumdayım ve aradığım hiçbir şeyi bulamıyorum. Birkaç gün sürüyor orada kalışım; ertesi gün yola çıkacağım. Biletimi önceden ayırtmışım; hatta eski, uzun, beyaz bir zarfın boş kalmış kısımlarına da otobüs saatini, bilet parasının ne kadar olduğunu, kaçta garda olmam gerektiğini falan karalamışım. Karman çorman. Otobüs tuhaf saatlerde kalkıyor. 7:27, 8:56 gibi... ve kalkıştan tam 23 dakika önce orada olmam gerekiyor yoksa kaçırıp bir sonrakini beklemem gerekecek. Birlikte çalıştığım tonton amcayla birlikte şehri geziyoruz. Müze gibi bir yer var. Açık alanda. "Bir gün daha kal bence," diyor. "Yarın getirecekler." İçim titriyor. Buraya kadar gelip, bu kadar doğru bir zamanda burada olup, görmeden gitmem cidden çok yazık olur. "Bakalım," diyorum, tereddütlü. Gelecek olan o çok mühim şeylerin nerede duracakları belirlenmiş tabii ki şimdiden. Oraları geziyoruz, yarının heyecanını belli etmemeye çalışarak. Bana pek gerçek gibi gelmiyor, ama tonton amca öyle dedi, inanıyorum.


Odaya geri dönüyorum, zarf kaybolmuş. Hani şu otobüsün saatinin falan yazdığı uzun zarf. Başka bir firmayı arayıp biraz daha erken saatteki bir otobüs için yer ayırtıyorum. Bu kez not alabileceğim bir zarfım bile yok. Kalem de bulamıyorum zaten. Mecbur ezberliyorum söylenenleri. Yine tuhaf saatler, tuhaf rakamlar. Yarınki o şeyi görmek için bunca merakıma rağmen neden otobüs saatini erkene çekmeye çalışıyorum bilmiyorum, hatırlayamıyorum şimdi.


Sabah oluyor. Panik içinde kalkıyorum. Otobüsü kaçırmamam lazım. Birden zarfı buluveriyorum. Kafam karışıyor. İki otobüsün arasında yaklaşık yarım saatlik bir süre var. Acaba her ikisi de hala geçerli mi diye düşünüyorum. Çantamı sırtlanıp tonton amcayla birlikte yola koyuluyorum. O yola çıkmıyor bugün. Ben yalnız döneceğim. Şehrin göbeğinde, binaların arasındaki düzlük bir alanı geçip çok yüksek olmayan bir tepeyi çıkmaya başlıyoruz. Ve tepenin uç noktasına yaklaştığımızda benim nefesim kesiliyor. Evet, bildiğiniz nefes alamıyorum. Gözlerim iyice büyüyor, kalbim hızlanıyor ve "inanamıyorum" sözcüğü dökülüyor dudaklarımdan. "Çok güzeller, muhteşemler."


Karşımda, tam göz hizamda antik Aztek tapınaklarından en büyüğü duruyor. Dün dolaştığımız çizilip belirlenmiş alana ön cephesi bize dönük olacak şekilde yerleştirilmiş ve tüm heybetiyle dikiliyor karşımda. İki yanımızda da daha küçük başka iki tapınak var. Bir an etrafımdaki diğer her şey siliniyor ve ben o büyülü ortamın içinden geçip karşıdaki tapınağa koşuyorum. Kapıları henüz açılmamış. Birkaç çocuk bekleşiyor etrafta. Birkaç dakika sonra kapı açıldığında içeri giriyorum. Tahminimden daha boş. Çok ahşap şey var. Sıralar, raflar, mumlar... Bir efsanenin içinde gibiyim, ama otobüsü kaçırmak istemiyorsam da hemen çıkmam lazım.


Birden koşturmaya başlıyorum. Ağır sırt çantam yavaşlatsa da beni biraz, birkaç dakika içinde soluk soluğa kalmış halde gara varıyorum. Dün aradığım şirketin bilet gişesine gidiyorum ama kadın geç kaldığımı, ayırtılan bilet için daha erken gelmiş olmam gerektiğini söylüyor. Ona diğer şirketi soruyorum, "acaba o bilet sizden geçerli olur mu" diyorum, mırın kırın ediyor, ama şeker bir kız, "bir bakalım" diyip içeri gidiyor, ve elinde biraz daha geç kalkacak olan bir otobüsün biletiyle geri dönüyor. Minnetimi çarpık bir gülümsemeyle gösterip otobüsümü buluyorum.
Aklım hala Aztek tapınaklarında. Onca yolu aşıp buraya, ayağıma kadar gelmiş olduklarına inanamıyorum ve arada sırıtıyorum aptal aptal.
Otobüs nihayet kalkıyor. Cam kenarındaki koltuğuma oturuyorum, bu kadar kısa sürede dünyanın öbür ucuna gidip gelmiş olmanın verdiği tatmin ve yorgunluk hissiyle gözlerimi kapatıyorum... ve uyanıyorum.

Tersine Kanon

Paolo Maurensig - TERSİNE KANON
Dost Kitabevi Yayınları, 2004
Çev: Cemal Kaan Emek
Tersine Kanon-Canone Inverso
benim yazarını ya da kitabın kendisini bilip duyarak aldığım kitaplardan değil. Ben kitapçıya girdiğinde kendini kaybedip zamanın farkına varmadan saatlerce dolaşan ve çıkarken de evde okunmamış onca kitap varken ve para da harcamamam gerekirken illa ki bir şey(ler) alanlardanım. Keçilerin Çobanı da benim gibi anladığım kadarıyla, zira bir yorumunda kızı birazcık daha büyüdükten sonra okumak üzere "biriktirdiği" kitaplardan bahsetmiş o da :) İşte Tersine Kanon da, böyle kendimi kaybettiğim, cidden para harcamamam gereken, ama kitap almak için kudurduğum bir sırada Dost'a girip, saatlerce dolaşıp, nihayetinde ince (ve dolayısıyla nispeten ucuz! iğrencim biliyorum...) olduğu ve arka kapağındaki tanıtım yazısı epey ilgimi çekmeyi başardığı için aldığım kitaplardan biri. 02.03.2006 diye tarih atmışım. Aldığım bir kitabı alınma tarihinden itibaren bir sene içinde okumuş olmak da benim için çoğunlukla takdir edilecek bir durum tabii :)
Paolo Maurensig adını google'da aradığımda karşıma çok az ve İtalyanca tanıtım yazıları çıktı (çobancııımm, sen anlarsın bak onları hihi). Kitabın başında verilen bilgiye göre, 1943'te İtalya'nın kuzeydoğusunda, Alpler'in eteğinde küçük bir kasaba olan Gorizia'da doğmuş ve 1993'ten itibaren yazdıklarıyla İtalya çağdaş yazınının en önemli isimleri arasına girmiş. Türkçe'ye çevrilmiş üç kitabı daha var sanırım, en azından bu yayınevinden çıkan.
Kitaba gelince...öncelikle, cidden beğendim. Çok akıcı, anlatımıyla insanı öykünün içine çekiyor ve konunun da etkisiyle olsa gerek masalımsı bir atmosfer yaratıyor. Kitap, müzikle ilgili bir öykü yazmaya çalışan ve öyküsünün sonunu arayan bir yazarın bu sonu bulduğunu ümit etmesine neden olacak bir müzik aletleri müzayedesiyle başlıyor. Kitabın arka kapağında (muhtemelen kitabı almama neden olan şey buydu, tam hatırlamasam da) "... olağanüstü bir Bach yorumcusu olan kemancı Jenö Varga ile karşılaşan bir yazarın gizemli ve sarsıcı öyküsü" diyor, ama bence yanıltıcı bir ifade olmuş bu, çünkü öykü aslında baştan sona, söz konusu yazarın değil, kemancının hayatını ve gizemini anlatıyor. Kemanla tanışması, bu alete sırılsıklam aşık olması, müzikle ve yetenekle ilgili anlatımları, yine müzikle bağlantılı tasvirleri, son derece katı (hatta sapıkçasına katı) bir eğitim gördüğü müzik okuluyla ilgili anıları ve ailesinin geçmişiyle ilgili bitmek bilmeyen arayışları beni çok etkiledi. Özellikle kemanseverlere tavsiye edilir :)
Kısacası, beğendim. Gerçi sonu beni pek tatmin etti diyemem, ama olsun. Okuması çok keyifli bir kitaptı.

Ruhları da hala el ele midir ki?

İtalya'nın kuzeyindeki bir kasabada yapılan kazılarda birbirine sarılmış bir erkekle kadının 5000 yıl öncesine ait iskeletleri bulunmuş. Bölge aynı zamanda Romeo-Juliet hikayesine de ev sahipliği yaptığı için insanlar heyecan yapmışlar tabii hemen.
Bunlar Romeo ve Juliet midir bilemeyeceğim , ama resim çok etkiledi beni ve görmeyenler varsa paylaşayım istedim. Kolların ve bacakların birbirine dolanış şekli, resmen birbirlerinin gözünün içine bakar haldeki baş pozisyonları... gerçekten çok etkileyici.